İNSANLIĞIN YENİ SLOGANI CEHALET, BELAHET, HIYANET Mİ?
İnsanlığın
yeni sloganı Cehalet, Belahet, Hıyanet mi?
*(Belahet Eski Türkçe Budalalık)
Kötü hava şartları hasadı bozup,
yöneticiler de kıtlık tehdidini göremeyince zaten baskı altında olan Fransız
halkı bir kaç iyi niyetli fikir önderinin izinden giderek ayaklanıp kralı
devirdi ve sonradan iyi niyetli önderlerin de kafaları kesilerek hızla kan
denizine dönen ülkeyi önce askeri diktatörlüğe sonra da imparatorluğa teslim
etti.
Devrim sürecinde ve sonrasındaki
savaşlarda milyonlarca insan öldü. Yazılıp anlatıldığı gibi de savaşın sonunda
halkın yönetimi, demokrasi filan da gelmedi eski yönetimler aynen devam etti.
Asıl değişiklik sonraki yüzyıl içerisinde yavaş yavaş gelişerek oluştu. Fransız
İhtilali hiç yapılmasaydı aynı değişim yine de olmaz mıydı kimse bilmiyor,
zaten soran da yok.
Devrimi yapanlar “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik”
sloganını kullanıyorlardı.
Özgürlük, adalet ve eşitlik, insanın fizyolojik
ihtiyaçlarının dışında kalan diğer temel ihtiyaçları olan güvenlik, saygınlık,
sosyallik, ve kendini geliştirme ihtiyaçlarının olmazsa olmaz koşullarıdır. Fizyolojik
ihtiyaçlar ise yaşamı sürdürebilmek için gerekli olan koşulların sağlanması
anlamına gelir. Bunlar beslenme, barınma gibi olmazsa olmazlardır, ihtiyaçlar
sıralamasının en üstünde yer alırlar. Siyasetçiler ve onlara akıl verenler bu sıralamayı
iyi bilirler ama halka anlatmaya gelince 1789 yılında Fransa’da olduğu gibi
bazen sıralamanın değiştirildiğini görebiliriz.
O yıllarda Fransa başında kralın
bulunduğu bir aristokrasi tarafından yönetiliyordu ve eşitlikten bahsedilmesi elbette
mümkün değildi. Asiller ayrıcalıklı bir yaşam sürüyorlardı ve halktan birisinin
o gruba dahil olabilme imkanı yoktu. Toprak, servet, eğitim olanakları ve diğer
iyi şeyler babadan oğula geçiyordu. Vatandaş Jean ve vatandaş Marie ihtilalin
sloganındaki üç maddeyi avazı çıktığı kadar bağırarak ve bu uğurda hem kendinin
hem de karşısındakinin kanını dökmeye razı olarak ayaklandığında aslında
talepleri normal bir insanın ihtiyaçlarının dışında şeyler değildi ama o
aslında doğruluğu su götüren “Ekmek yoksa pasta yesinler[1]”
sözünden başka da ekonomik bir sürtüşme söylemi görülmüyordu.
Hürriyet, Eşitlik ve Kardeşlik, ekmek
yağmalanan şatolardan geldiği ve daha sonra da devlet tarafından sağlandığı
sürece geçerli bir slogan olmaya devam etti. Arkadan gelen uzun bir savaş
dönemi ise bir süre için bütün sorunları askıya aldı.
Sonraları ihtilalin bitmesinden yüzyıl
geçmesiyle Paris halkı o kanlı ve korkulu dönemi geride bırakmış, bir darbeyle
başa geçmiş olan imparatordan Almanların sayesinde kurtulmuş, kurdukları Üçüncü
Cumhuriyet ilk iş olarak Paris Komünün başını ezerek ne kadar halka rağmen
halkçı olacağının işaretlerini vermiş ve ideal yönetim ilkeleri ve Cancan
dansçılarının iç çamaşırı giyip giymeme sorununu tartışırken bizim okumuş
yazmış insanlarımızı ağırlıyordu. Paris Komününü ezip önderlerini idam eden
görüş sonradan bizim “solcu” aydınlarımızın baş tacı olacaktı.
Farklı siyasi görüşlere sahip, okuması
yazması ve en önemlisi Fransızcası olan edebiyata, siyasete, ve hep bir şeyler
söylemeye meraklı olan bu kişiler için Paris dünya dışı bir yer, bir cennetti.
Bizim aydınlar August Comte çoktan ölmüş olmasına rağmen Üç Hal Yasası ile
sistematize ettiği Pozitivist akıma balıklama daldılar. Okuyup okumadıklarını
bilmediğim İbn-i Haldun’un yerine Comte “Sosyolojinin Babası” olarak kabul
edildi ve bizimkiler yazmaktan ve anlatmaktan okumaya zaman ayıramadıkları için
başka görüşleri yok sayıp tek doğru olarak Pozitivizmi kabul ettiler. Başka
ideolojilere ihtiyaç yoktu.
Türk aydının felaketinin ilk ders zili
çalmıştı.
Gidenler farklı sosyal kesimlerden ve
aile yapılarından gelmelerine rağmen bazı ortak yönleri vardı. Mesela hepsinin
az çok Fransa’da çalışmadan geçinecek parası vardı. Parası olmayanlar bu
günlerde açıklanması güç ama o zamanlar normal kabul edilecek bir şekilde
devletten maaş ya da padişahtan ihsan alıyorlardı. Hepsinin kalemi kuvvetliydi
ve sadece ama sadece Hürriyet istiyorlardı. Ülkenin en can damarı Rumeli’nin
neredeyse tamamının kaybı, düşmanın Yeşilköy’e gelmesi[2],
göçler, fakirlik hepsi elbette çok kötüydü ama Hürriyet olsaydı bunlar başımıza
gelmeyecekti. Çok ama çok sonraları Neo- Liberalizmin uluslararası şövalyelerinden
birisi[3]
bağımsızlık ilanından sonra hep monarşik yönetimlerin sömürgeleri demokrat
yönetimlerin sömürgelerine göre daha fakir oluyor dediğinde de bizim pozitivist
aydınlarımız sahi zannedip vatandaşı alkışlamış hatta devlet yönetiminde söz
sahibi olmasını istemişlerdi.
Fransa’dakilerin yurt içinde de
arkadaşları vardı, bahçesinde çiçek yetiştirmekten başka bitkiyle teması
olmamış yazarların[4] uzak
ülkelere gidip çiftçilik yapmak istemelerinden tutun, Batı Anadolu gibi verimli
topraklarda kurduğu çiftliği Fransa’da öğrendiği bilimsel tarım yöntemleriyle
işleterek kısa sürede iflas edip suçu köylünün cahilliğine atanlara[5]
kadar hepsi de Hürriyet aşığıydı. Bazılarıysa muhalefet yapacağız diye insanın
tüylerini ürpertecek terör olaylarını onaylama anlamına gelebilecek şeyler[6]
söylemekten sakınmayacak kadar da gözlerini karartmışlardı.
Sonunda bir noktada askerler bunların istediği
Hürriyetin tereyağından kıl çeker gibi kolayca ilan edilmesini sağladılar. Unutmamak
gerekir ki, Fransa’daki 3. Napoleon istibdatının sonunu da askerler getirmişti,
gerçi askerler düşman ordusuydu[7]
ama sonuçta önemli olan Hürriyet olduğundan o asker bu asker fark etmezdi. Ordu
da, muhalifler de, herkes İstanbul’da meclisin tekrar toplanmasını ve biraz
daha sonra padişahın değiştirilmesinin çabucak ve neredeyse kansız
sonuçlanmasına hayretler içinde kalarak yeni düzenin sloganını Fransızların
sloganı olan “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” yerine “Hürriyet, Adalet, Musavat” olarak
kullandılar. Musavat eşitlik demek olduğuna bizde göre Kardeşlik yerini Adalete
bırakmıştı. Bir ara Uhuvvet yani kardeşlik kullanıldı ama Fransa’da üç
kelimeyle hazırlanan sloganın bizde bir kelime fazla olması herhalde garip
bulundu ki pek tutulmadı.
Türk aydınının felaketinin ikinci ders
zili çalmıştı.
“Kardeşlik” gidip “Adalet” gelince
“Hürriyet” bambaşka bir şekle büründü. “Hürriyet” geldiği için tramvaya para
vermek istemeyenlerin komikliği, Hürriyet ideologlarından Dr. Nazım Beyin
anayasayı hiç okumadığını itiraf etmesinin trajedisiyle karışıp izahı imkansız
bir hal aldı. Sonra savaşa girdik, ülkenin çok büyük kısmı elden gitti, çok
insan öldü, cahilliğinden şikayet edilen ahali akla ziyan bir fedakarlık ve
kahramanlık gösterdi, şikayet ettiyse bile işini yapmaya devam etti. Askeri ve
siyasi bir deha olan önderini bulunca da ölümüne kadar peşinden gitti, Milli
Mücadelenin Kurtuluş Savaşı safhasını kazandık.
Kurtuluş Savaşını kazandıran ruhun
Hürriyet, Adalet ve Musavat ile uğraşacak hali yoktu. Savaş halinde anlamını ve
işlevini kaybetmesi normal olan bu kavramlar savaş bitip yeni kadroların
yönetime gelmesiyle barış zamanı da raftaki yerlerinden indirilmedi.
Aydınlarımızın uğrunda ölmeye ve tercihan öldürmeye razı olduğu Hürriyet,
Adalet ve Musavat “Ulan
öküz Anadolulu! Sizin miliyetçilikle komunizim ile ne işiniz var?
Milliyetçilik lazımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz
getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul
yetiştirmek. İkincisi askere çağırdığımızda askere
gelmek.”[8] Veciz ve vahşi formülüne dönüştü.
Türk aydınının son ders zili çalmış ve
okul kapanmıştı.
İster yazının değişmesi, ister yabancı
dilde eğitimin moda olması ve hatta isterseniz kültür emperyalizminin toplumun
kılcal damarlarına nüfuz etmesi deyin Yirminci Yüzyılın ikinci yarısından
itibaren bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak iyi bir şey gibi görülmeye
başlandı. “Bir kitap okudum, hayatım değişti” sözü güncel konuşmalarda geçerli
ve takdir edilesi bir yaklaşım olarak kabul edilir hale geldi. Aklı başından
gitmemiş birkaç gerçek aydın gerçeğin ne olduğunu anlamaya ve anlatmaya
çalışmaktan vazgeçmişti ve yeni zamanın formülünü bir yazarımız roman
kahramanını müzik yeteneği olmadığı aşikar olan arkadaşının baldızı hakkında
şöyle konuşturuyordu:
“Siz
hakiki bir hazineye sahipsiniz, farkında değilsiniz. … Çirkin diyorsunuz
binaenaleyh bugünün telakkilerine göre sempatik demektir. Sesi kötü,
diyorsunuz, şu halde dokunaklı ve bazı havalara elverişli demektir.
Kabiliyetsiz diyorsunuz, o halde muhakkak orijinaldir…. Yarından itibaren
baldızınız sahnededir, meşhurdur…”[9]
Bazı sözler dilimize yapışmış ve artık “Mükemmel iyinin düşmanıdır”, “Zevkler ve
renkler tartışılmaz”, “Düşmanımın
düşmanı dostumdur”, gibi aslında hepimizi sıradanlık ve hatta hainlik
çerçevesinde tanımlayan deyimler normal ve gerçek olarak kabul edilmeye
başlanmıştı. Kerameti kendinden menkul yazarlarımızın çok satmaları halinde
intihalleri sümen altı edilmekteydi ve elmalarla armutların toplanması halinde
tamamen başka bir şey, mesela portakal edebilecekleri görüşü siyasetten
sosyolojiye kadar her alanda geçerli görülüyordu.
Koskoca Sovyetler Birliği yetmiş yıl
sürebilmesine karşın bizim Cumhuriyetimizin hiç de azımsanmayacak bir süre olan
yüz yılı devirmiş olmasının önemini göz ardı ederek o Cumhuriyeti kanıyla,
canıyla kuran ve iyi kötü yaşatan halkı hala hor görmekten vazgeçmeyen aydınımızın
artık biraz daha gayret göstermek ve dersini daha iyi çalışmak zamanı
gelmiştir, çünkü kapanan okul yeniden açılmış ve birinci ders zili çalmıştır.
[1] Fransız kraliçesi Marie Antoinette’e
ithaf edilen söz.
[2] 1877-78 Türk-Rus savaşı (93 Harbi olarak
bilinir)
[3] “Ulusların Düşüşü” Daron Acemoğlu 2013
[4] Servet-i Fünun dergisi
yazarları 1898
[5] Ahmet Rıza Bey 1885
[6] “Bir Lahza-i Teahhur” Tevfik Fikret 1905
[7] 1870-71 Prusya- Fransa savaşı sonucunda Alman
İmparatorluğu kuruldu
[8] Ankara valisi Nevzat
Tandoğan 1944
[9] “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” Ahmet Hamdi Tanpınar 1961
Yorumlar
Yorum Gönder